Susmuşlardı. Her ikisi de birbirini kışkırtarak kahvelerinden sırasıyla üçer yudum almıştı. Susmak için çok uzun bir süreydi bu. Üç yudum kahvenin arasına karışan sohbetleri ile buz gibi içtikleri kahveler de olmuştu. İlk yudumdan ikincisine kadar oluşan sessizlik gözardı edilebilirdi belki ama ikincisinden sonra düşünceler sarmaya başlamıştı. Kahvenin tadı veya kahvenin içildiği yer hakkında olmuyordu bu düşünceler. Yudumlar arasından içtikleri kahvenin içine sinen suskunluk konuşacak hiçbir şeylerinin kalmamasından mı kaynaklanıyordu? Beraber birer kahveyi paylaştığı adamda onun kadar konuşmaya hasret miydi? Yoksa fincanın dibindeki son yudumu da alıp sadece evinin yolunu tutacağı zamanın gelmesini mi bekliyordu? Bu ihtimallerin içinde uyandırdığı korkuda karışmıştı aynı kahvenin içine. Dudaklarına dayadığı kahve fincanı ile her seferinde daha da azalan kahve, aklında yer eden sorular ve bu soruların olası cevaplarının yarattığı hisler ile içilmeyecek kadar ağır bir hale geliyordu.

Anlatabilseler bir geceye sığamayacakken sustukları, tek bir kelime dökülmüyordu ağızlarından. “Sen duydun mu sustuklarımı?” diyen Oğuz Atay’ın sözleri de yer bulunca fincanın dibindeki bir kaç yudumluk kahvenin içinde, içilmemek üzere uzaklaştırılmıştı kendisinden dirseklerine destek veren masanın diğer bir ucuna. Suskunlukta geçen zaman arttıkça sessizliği bozacak olanın bu susuşu anlamlandırması gerekiyordu.

Ansızın bastıran yağmur sessizliği biraz olsun dağıtmış hatta küçük bir diyaloğun konusu bile olmuştu. Bozulan sessizliğin geri gelmesi istenmiyordu. Karşısında parlayan kahverengi gözlerle ona bakan adamın yeni bir kahve teklifi kabul görmüş, ısrarla onları ıslatmak isteyenden kaçarak çoktan başka bir yere konuşlanmışlardı. İki yeni kahve fincanı eşlik ediyorken onlara anı ve zamanı yudumlamaya başlamışlardı bile, yeniden.



Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.
BU SİTE İLE KURULMUŞTUR