Sesi yüksek çıkanın payı da çok olan bir gezegen burası. Kaybedişlerimiz hep sessizlikten. Sana gelirken bile susmuşum ben. Ama kalbimi kırk haramilerden kurtarıp gelmişim. İdare et iyilikten yana pek bir şey kalmadı damarlarımda. Aslında ilk sana geliyordum, sonra yığınla hayalet gölgeleri; bedenimi, göktaşlarının bol olduğu toprağa gömdüler. Damağımda çamur kokusu, tırnaklarımın arası böcek yuvası… Korkunun zirvede olduğu o izbede ağaçların kökleri yüzeye çıkardı ellerimi. Ki ellerim seni aramak için yeryüzünde bi’ baykuş taşı. Sana gelmek hayli gün sürdü.  Sekiz bin elli kefaret ödedim, iki bin sekiz yüz dört tane ölü insanla tanıştım. “Biz senden önce dünyadaydık. hakkın yok yaşamaya” diyen et yığınları! Ruhlarından kaçamadım önce, savaş olmuş her yanı bomba kokan, dört yanı duvarsız bir şehirde saklandım. Üşüdüm, aç kaldım. Tanrılar biraz ilgilense benimle kaçabilirdim. Sana olan sevgimi kıskandıklarını düşündüm. Onlar hep en çok sevilmek ister. Başka ne olabilirdi? Vücudumu korkudan titreten sesleri duymamak için kulaklarımı elime alıp koştum.

Yüzyıllardır yanında olmamak önemli değildi. Gözlerini görmeden, sıcaklığını çayımla karıştırıp içmemekte. Seni sevince oyunun içinde yer aldığımı sanıyordum.  Ne büyük bir yanılgı! Farkındalığı keşfedince yola koyulmak kaçınılmazdı.

Yüzlerce kilometreden sonra acının “c” hali, tepeden tırnağa kanımla dolanan yorgunluğum, bu melal hallerim sana yaklaştıkça dağılmaktaydı. Sanki kış gelmesin diye bulutların kenarlarına havlu sıkıştırılmış, güneş her daim gökyüzüne yapışık. Dostane kuşlar havadaydı. 

 

 Sen en son şehirdin. Onlar ise benim peşimdeydi.

 Kimin umurunda.




Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.
BU SİTE İLE KURULMUŞTUR